Edebi eserin dayandığı sosyal zemin de edebiyat-sosyoloji ilişkisinin belirlenmesi açısından önemlidir. Bir eser, siyasi açıdan, monarşik bir yönetim anlayışıyla yönetilen toplumu mu yansıtıyor, totaliter, demokratik bir toplumu mu veya bir karmaşa (anomi) dönemini mi? Bu önemlidir. Meselâ klâsik Türk şiiri, bütün gönderme ve mecazlarıyla, monarşizmin izlerini derin bir şekilde yansıtır. Onda, idealize edilen insan tipi olan sevgili, monark ile özdeş bir fonksiyona sahiptir.
Tanpınar bunu saray istiaresi şeklinde ifade etmiştir. Mesnevilere konu olan aşklar, sıradan insanların aşkları değil, mutlaka yönetim piramidinin tepesindeki insanların aşklarıdır. Bu, masallarda da böyledir. Sıradan insan olarak masallarda, sadece Keloğlan’ımız vardır. Yönetimle olan problemler, hep Keloğlan vasıtasıyla dile getirilir. O garibin de elinde hiçbir güç (erk) olmadığı için, erke karşı hep hileli yollar kullanır ve erki böylece dize getirir. Yani, toplumun erk karşısındaki gücü, sadece Keloğlan kadardır. Kişiler arası aşk ilişkisi, bazen küçük bir kabile şeklinde teşekkül eden piramidal yapılanma ortamında tezahür eder (Leylâ ile Mecnûn); bazen de ülkeler arası bir piramidal yapılanmada kendini gösterir (Hüs-rev ü Şirin). Ama, siyasi yapıya uygun piramidal hikâye kahramanları kurgulaması, batılılaşma dönemi hikâyeciliğinde kırılmıştır. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde, biraz da tarihi olmaktan kaynaklanan bir anlayışla, kahramanların bazıları, yönetici veya egemen konumundadırlar ama sonraki dönemlerde yazılan hikâyelerde, bu anlayış daha da normalleşmiş, sokaktaki insanın meseleleri girmiştir hikâyeye. Yani, hikâye kahramanları daha demokratize olmuşlar ve toplumun tamamının özelliklerini yansıtacak bir konuma ulaşılmıştır hikâyede. Benzeri durum romanlar için de geçerlidir.
Klâsik edebiyatlar, avcı toplum özellikleri veya bunun bir üst seviyesi olan savaşçı toplum özellikleri gösterirler. Metinlerdeki gönderme ve mecazların tamamına yakını savaşçılık terimlerinden oluşur. Meselâ, sevgilinin kaşları, ay veya hançer; kirpikleri ve bakışları, ok; zülfü, çengel veya idam sehpası gibi düşünülür ve rakip, yağmacı asker; sevgili, zulmün de adaletin de kaynağı olan şah, padişah veya hakan; âşık tebaa ile özdeş kelime ve kavramlarla ifade edilirler. Buna bağlı olarak, gerilimin iki tarafını oluşturan âşık ve sevgilinin mekânlarında da bir zıddiyet söz konusudur. Sevgili, mamur yerlerde oturur, âşık ise virane bekçisidir. Tanzimat ve daha sonraki yıllarda oluşturulan edebi gelenekte, bu anlayış terkedilmiş ve edebi eserin kahramanları daha çok birey olma özelliği kazanmıştır.
Edebi eser, şahıs kadrosu ve mekân açılarından incelendiğinde, dayandığı sosyal zemine ulaşılabilir. Eserin merkezindeki kahramanlar ve yardımcı şahıslar, mutlaka aynı veya birbirine yakın sosyal muhitlerin kahramanı olmalıdırlar ki, metindeki edebi gerilim unsuru mantıklı ve tutarlı bir zemine oturabilsin. Meselâ, Tanpınar’ın Huzur’daki Mümtaz’ı ile Yaşar Kemal’in, İnce Memed’ini yan yana düşünebilir misiniz? Veya Fuzûli’deki âşık ile Ümit Yaşar’ın âşıkları arasındaki fark, sizlere Everest ile Büyük Sahra farkını hatırlatmaz mı? Edebi eserdeki şahıslar, temsil ettikleri sosyal yapının fikri yansımasıdır ve edebiyat sanatçısının da olaylar ve düşünceler karşısında tavır alışını belirtir. Tanpınar ile Yaşar Kemal veya Fuzûli ile Ümit Yaşar’ın olaylar ve düşünceler karşısındaki tavır farklılıkları, eserlerindeki tiplemelere de yansımıştır. Edebi eserdeki temel karakterlerin sosyal zemini, temsil ettikleri sosyal grupların mekânını da belirler. Hayat ve dünya ile ilgili derin ve girift görüşleri olan bir edebi eser kahramanının, kırsal zeminde at koşturması mümkün değildir. Veya tam tersi, birikimini sadece gelenekten alan ve pastoralliği yoğun bir şekilde yaşayan kahramanın, beton yığınları arasında şaşkına döneceği, gün gibi aşikârdır. Bu açıdan bakıldığında, Türk hikâyeciliğinde, daha şehirli bir gelenek hakimdir. Ömer Seyfettin, Sait Faik, Tarık Buğra, Haldun Taner ve Memduh Şevket Esendal gibi yakın zamanların hikayecileri, daha şimdiden, edebiyat tarihindeki yerlerini almışlardır. Çünkü bu hikayeciler, yapay gerilimlerle kurulmuş ve hiçbir insani lezzeti ve derinliği olmayan tiplemelerle yazılan basit köy hikâyeleri tuzağına düşmeden, bütün boyutlarıyla şehir insanının meselelerini yansıtmışlardır eserlerinde. Ama daha çok İstanbul’u yansıtmışlar. Ne yapalım? İstanbul’dan başka, şehir gibi bir şehrimiz mi var? Tanpınar da, roman atmosferinin İstanbul’dan başka bir şehirde oluşmayacağını bildiğinden, Mümtaz ve ailesini önce A. kısaltmasıyla verdiği bir Anadolu şehrine götürür; bakar ki roman orada çok cılız kalacak; kahramanlarını hemen İstanbul’a taşındırmaz mı?
Edebi eser, mutlaka bir toplumsal yapıyı veya kabuller zincirini yansıtacaktır. Sadece, metinlerde zikredilen sosyal olayları algılama basitliği dışında, şiirde veya anlatı türündeki eserlerde yer alan karakterlerin ve buna bağlı olarak şair ve yazarların, hayata bakış açıları ve sahip oldukları değerler, eserin sosyal zeminini oluşturur. Her roman veya hikâye kahramanı veyahut da şiire konu edilen kişi veya kişiler, birer bireysel ve toplumsal değerler dizisini yansıtırlar. Bu yüzden de, onlar, tüm iyi ve kötü yönleriyle, edebiyat sanatçısının dimağındaki toplumsal manifestonun tecessüm etmiş şekilleridirler.
Bugüne kadar, edebiyat ve sosyoloji ilişkisiyle ilgili görüşlerden en kayda değerini Marksist anlayış dile getirmiştir. Ancak onda da topyekûn bir toplumsallık yerine, bir alt yapı-üst yapı ilişkilendirmesi saplantısından öte ciddi bir tez ileri sürülmemiş ve böylece konuya sadece ideolojik bir bakışla yaklaşılarak, bütüncüllük bir tarafa bırakılmıştır. Oysa toplum, her üretilenle beraber bir bütündür; bazı özelliklerinin göz ardı edilmesi, bilimsel anlayışla bağdaşmaz.
Edebiyat ve sosyoloji ilişkisinde, edebi eser bir araştırma alanı, sosyoloji de bir bilim dalı olarak kabul edilirse sağlıklı bir sonuca ulaşılır. Edebi eser, bir sosyoloji metni değildir; sadece, sosyoloji için bir araştırma ve inceleme sahasıdır. Sosyoloji, edebi eserde, alan araştırmasında aradıklarını bulmaya çalışır. Yani sosyolog için edebi eser, estetik oluşumun toplumsal boyutuyla beraber, toplumsal verilerin tahlil edileceği bir metindir. Sosyolog, edebi eserde, toplumsal kabulleri, sosyal yapıyı oluşturan iç dinamikleri ve bunların sanatkâr dimağında şekil-lenişinin sosyal arka plânını arar. Bunu yaparken, dilden, şahıs kadrosuna; vak’adan zaman ve mekâna kadar, edebi eseri tüm yönleriyle sosyolojik terimleri kullanarak çözümler.
Seke seke geldim ayağım yoktur
Hak mehlemi sende ZöhremÂdir doktur
Kimi kafir olmuş karnısı boktur
Süzünü süzünü postunda otur.
TürkiyeÂye çıkarmışım bir gelin
Urufu Zöhre Ana onu pir bilin
Muhammet elçisi AnaÂdır deyin
Hak için dergaha niyaza inin.
Bildiren: Pir Zöhre Ana